Bu ihtiyacı göremeyen ve bunun gereklerini yerine getiremeyenlerin önümüzdeki dönemde politikada etkili olmaları mümkün değildir. Ancak sorunumuz, böylesi örgütlerin değil, halklarımızın ve ülkemizin geleceğidir.
Akıl ve sorumluluk sahibi herkesin görebileceği, çok da meçhul olmayan bir noktaya doğru adım adım yol alıyoruz. 2013 Gezi eylemleriyle birlikte niyetleri daha görünür hale gelen Erdoğan’ın nasıl bir yönetim kurguladığı, 2023 hedefinin ne olduğu, bu yolda başkanlık isterken neyi amaçladığı artık sır değil. Söz konusu olan, devletin ve toplumsal yaşamın yeniden düzenlenmesi isteğidir ve bu, bu gidişe muhalif olabilecek her bir kesimin sırayla etkisizleştirilmesi ve direnç gösterildiğinde ise her düzeyde şiddetle yok edilmesi esasına dayanıyor. 7 Haziran seçim sonuçlarıyla tek başına iktidar olamayacağını anlayan Saray Diktası, önüne çıkan HDP engelini aşabilmek için seçimleri yok saydı. HDP’nin destek bulduğu tüm kent merkezlerinde halka karşı açıkça savaş açtı. Devletin yıllarca ölüm ve yıkımdan başka sonuç vermemiş geleneksel Kürt düşmanlığına dayalı savaş politikalarına yeniden sarıldı. İktidarı uğruna, milliyetçiliği kışkırtmaktan çekinmedi ve halkların bir arada yaşama arzusuna büyük darbeler indirdi ve indirmeye devam ediyor.
İlk Hedef; Erdoğan Diktatörlüğüne Meşruiyet Kazandırmak
İçinde bulunduğumuz durumu anlamak için birkaç gün üst üste saray medyası dışında kalmış birkaç yayın organında yer alan haberlere bakmak yeterli. Her gün katiller, hırsızlar tahliye edilip, işkenceciler hakkında açılan davalar zaman aşımı vs. gibi gerekçelerle düşürülürken; katillere direnen, hırsızlığı yazan, cinayetleri, savaş suçlarını haberleştirmeye çalışanlar; savaş dursun, ölümler olmasın diyenler hain ilan edilip, haklarında davalar açılıyor. Otuz -kırk kişilik gösterilere bile yüzlerce polis, TOMA ve gaz eşliğinde plastik mermilerle saldırıyor. Kürt illerinde hendek, özyönetim ilanı gerekçesiyle evler tank ve top ateşiyle yerle bir ediliyor, kentler yaşanılmaz hale getiriliyor. Bu savaşın üzerinden bile yeni imar rantları yaratılmaya çalışılıyor. Tarihimize Kanlı Pazar olarak geçen gerici faşist saldırının baş aktörlerinden biri Meclis Başkanlığında oturuyor ve bu meclis, halkların ve barışın sesi olmaya çalışan HDP’li vekilleri linç ettirerek meclisten atmaya çalışıyor. Hırsızları, çocuk tacizcilerini koruyan, yüzlerce insanın ölümüne neden olan savaş politikalarını savunucusu AKP grubu, Meclis Başkanı’nın mazisine ters düşmüyor ve HDP grubuna saldırıyor. Amaçları belli, Anayasa değişikliği ile HDP’yi meclisten çıkarıp meclisteki muhalefeti susturmak ve ilk fırsatta sarayın her gün tekrar tekrar ihlal ettiği anayasayı değiştirmek ve Erdoğan diktatörlüğüne meşruiyet kazandıracak yeni bir seçim tezgahlamak.
CHP’nin Tutumu
MHP’nin savaş cephesinin bir parçası olarak bu plana destek vermesi anlaşılabilir. Ama CHP’ye ne demeli? Kılıçdaroğlu’nun, yapılmak istenen anayasa değişikliğinin, anayasanın kendisine ters olduğunu açıkça söylemesine ve bu değişikliğin esas olarak Saray’ın Başkanlık yolunda ilerleyebilmek için yeni bir hamlesi olduğu bu kadar ayan beyan ortadayken, CHP’nin tavrına ne demeli? Evet, söz konusu olan Kürtlerse, içlerinde barındırdıkları milliyetçi refleksleri biliyoruz. CHP nihayetinde bu düzenin partisidir ve mevcut sömürü düzenine esastan bir itirazı yoktur. Bunu da biliyoruz. Ama kendi kurduğunu söyleyegeldiği Cumhuriyet’in kazanımları diye bilinen tüm kurum ve değerleri, bir bir yok sayıp ortadan kaldırmayı kendisine hedef olarak seçmiş bir siyasi organizasyon karşısında, “yeter ki, Kürtlerle bir görünmeyelim” diyerek teslim olmak, sadece kendi tarihine değil, bu ülkenin geleceğine de ihanettir. HDP’den sonra sıranın kendilerine geleceğini görmüyorlar mı? Böyle devam ederlerse, MHP gibi savaş cephesinin bir parçası olmaları kaçınılmazdır.
Hakimiyet, Kayıtsız Şartsız RTE’nin mi olacak?
7 Haziran’dan bu yana Türkiye’de artık ne hükümet ne de meclis kalmıştır. Yargıdan hiç söz etmiyoruz bile. Kuvvetler ayrılığının üç temel ayağı diye tarif edilen yasama, yürütme ve yargı ve çağımızda dördüncü kuvvet olarak tanımlanan medyanın da büyük bir kısmı Saray tarafından teslim alınmış durumda. Kolluk kuvvetleri ve istihbarat doğrudan sarayın emrinde çalışmaktadır. Ordu önce Ergenekon, Balyoz vb. davalarla etkisiz hala getirilmiş, sonra da savaş politikaları etrafında bir uzlaşma sağlanmıştır.
Türkiye’nin içine düştüğü bu durumun sorumlusu, müzakerelerin son bulmasına neden olan ve çatışmasızlık durumunu bitirip savaşı yeniden başlatan iktidar hırsı ve hesap verme korkusu içindeki Tayyip Erdoğan’dır. Elbette yaşadığımız bu dönemi sadece Tayyip Erdoğan’la açıklamak mümkün değildir. Türkiye’yi içinde yaşadığı emperyalist-kapitalist ilişkilerden sıyırarak, NATO’ya bağlı bir ordusu olduğunu unutarak yapılacak her değerlendirme eksikten öte yanlış olur. AKP’de vücut bulan gerici ittifakı iktidara taşıyan uluslararası ve bölgesel etkenleri, 2000’lerin başında Türkiye’nin içine girdiği ekonomik ve siyasi krizin nedenlerini atlayarak bugünü açıklayamayız. Tayyip Erdoğan, aynı zamanda Türkiye’nin yüzyıla varan iktidar hesaplaşmasının, bitmeyen bir iç kavganın da önemli bir figürü olmuştur. Emperyalist devletlerin tetiklediği ve Türkiye’nin de kışkırtıcı ve destekleyen bir taraf olarak dahil olduğu Suriye’deki iç savaşta hızla değişen politik ve askeri durum karşısında Saray telaş içindedir. Ve bu telaş, her türlü anti demokratik uygulama ve zorbalığı beraberinde getirmekte olan yerini sağlamlaştırma çabasına dönüşmüştür.
Bu yeni süreçteki olası gelişmeler, Mehmet Özgen’in Politez’de yayınlanmış olan “Diktatörlüğe Karşı Halk Devrimi” (*) başlıklı analiz-yazısında isabetli şekilde tanımlandığı için burada tekrar etmeyeceğim.
Felaketin Büyüğü
Evet, Tayyib Erdoğan halkları, mezhepleri birbirine kırdırmak pahasına da olsa kendi iktidarını sağlamlaştırmak için her türlü yola başvurarak ülkeyi bir felakete sürüklüyor. Ancak esas felaket, bu doludizgin gelişen gericiliğe, savaş kışkırtıcılığına, zorbalık ve keyfiliğe karşı halkta gelişen faşizme karşı direniş eğilimlerini örgütlemesi gereken siyasi örgüt ya da örgütlerin, bunun için gerekli tarihsel görevi yerine getirememeleri halinde ortaya çıkacaktır. Günün tarihi görevi faşizme karşı birleşik mücadeleyi örgütlemektir. Faşizmin medyası aracılığıyla her saat servis ettiği yalanlara karşı ideolojik mücadeleyi yürütebilecek ve saldırılar karşısında kitle mücadelesini yükseltirken, halkın savunması için gerekli organları da yaratabilen birleşik bir mücadele anlayışıyla faşizmin karşısına çıkmak gerekiyor. Aksi halde iki yönlü bir tehlike ile karşı karşıyayız. İlki, toplumun faşizme boyun eğdiği, birleşik bir mücadele anlayışını hayata geçirme becerisini gösteremeyen muhalif güçlerin teker teker ezilmesiyle gelişecek, uzun süreli bir gericilik döneminin hakim olması. Bir diğeri ise, Türkiye’deki demokratik mücadelenin halen en örgütlü gücü olan Kürt Ulusal Hareketinin bu süreçte, Türkiye’nin batısındaki demokratik muhalefetten koparak, kendi acil taleplerini öne çıkardığı ve sonuçta her iki ulus cephesinde de milliyetçiliğin güç kazanmasına yol açabilecek yeni bir sürecin başlaması. Saray’ın hali hazırdaki politikası bu iki sonuca hizmet edecek şekilde yürütülüyor. HDP’li vekillerin meclisten yaka paça atılmak istenmesi karşısında Demirtaş’ın, “Bu halk birden fazla parlamento da kurabilir” sözünü, Kürt halkının meşru hakkının dillendirilmesi olarak yorumlarken, bu durumun bir kopuşa yol açmakta olduğunu da görmek zorundayız.
Ne Yapmalıyız ?
Hemen her sorumlu yurttaşın ve örgütün hemfikir olduğu; (adına Faşizm, diktatörlük ya da her ne derseniz deyin) Saray’ın saldırıları karşısında demokrasi güçlerinin dağınık olduğu gerçeğidir. Birlik olmak, birlikte mücadele etmek arzusu halkta her zaman vardır ve bunun mümkün olduğunu Gezi’de gördük. Günümüzün en acil görevi ve tarif ettiğimiz bu tablonun işaret etiği şey, faşizme karşı birlikte mücadele etmenin organlarını yaratmaktır. Bugüne kadar sayısız örneğini yaşadığımız tepeden birlik girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlandığını biliyoruz. Bunlar, örgüt yapılarının kendi özelliklerinin bir yansıması olarak, mücadeleyi bürokratik bir çerçeveye sıkıştırmaktan başka bir sonuç vermiyorlar. Tabandan, emekçi halk zemininden bir inisiyatif geliştirmek ve birlikte mücadeleyi, toplumun demokrasiden yana olan diğer kesimlerine doğru yaygınlaştırmak gerekiyor. Gezi’den sonra değişik biçimler alan forum ve meclis türü örgütlenmeler önemli bir deneydir. 1970’lerin sonunda hayata geçirilmeye çalışılan direniş komiteleri de önemlidir. Birincisi, demokrasi içeren çoğulcu örgütlenme arayışları iken, ikincisi tek bir örgütün (Devrimci Yol’un), faşizme karşı halkın öz savunmasını yaratma çabasıydı. Bu deneyleri incelemek, günümüz ihtiyaçlarına uygun biçimde ve tüm güçleri kapsayan, ortak demokrasi talepleri etrafında buluşturmak zorunluluğu var.
Yaşam biçimine müdahele sorunu Gezi’nin kitleselleşmesinde önemli bir etken olmuştu. Son üç yılda laikliği hedef alan ve Alevi toplumunu da özellkile rahatsız eden saldırılar, eğitim sistemini tümüyle dine dayalı bir kalıba sokma gayretleri ve nihayet bu saldırıların fiili ayağı olarak ortaya çıkan IŞİD ve benzeri örgütler toplumda ciddi tepkilere neden olmakta. Son haftalarda laikliği sahiplenen protestolardaki artış olumludur. Ancak bu mücadelenin gelişerek büyümesi, bu mücadelenin toplumun diğer kesimlerinin demokratik talepleriyle birleştirilmesini hedefleyen bir perspektifle ele alınması halinde mümkün olabilir. Hali hazırda Türkiye’nin en büyük sorunu savaş politikaları ile iyice çözümsüzülüğe itilen Kürt sorunudur. Kürt halkının özgürlük talebini, laiklik mücadelesiyle ve emekçilerin yakıcı sorunları ile birleştirmeden, her alandaki güçleri bir diğerinin sorunuyla bağlantısını kuran bir devrim stratejisi geliştirmeden faşizmi alt etmek mümkün olamayacaktır.
Türkiye’nin sorunları, basit reformlarla, hükümet değişiklikleri ile çözülecek sorunlar değildir. 1923 Cumhuriyeti, bugün onu kuranlar tarafından bile savunulamaz hale gelmiştir. Toplum önemli bir altüst oluşa gebedir ve yeni bir toplumun inşaasında öne çıkan, sorumluluk alabilen örgütlü güçler bu yeni oluşuma damgasını vuracaktır. Sorun da tam buradadır, çünkü bu kritik dönemde öne çıkması gereken emekçi sınıfın temsilcileri henüz bu tarihi sorumluluğu omuzlayabilecek bir görüntü vermemektedir. Hali hazırda kendilerini bir cephe olarak tanımlayan siyasi güçlerin her biri cephenin kendisi değil, ancak birleşik daha büyük bir mücadelenin parçası olabildikleri takdirde belirleyici bir öneme sahip olabilirler.
Bu mümkün müdür? Evet. Yeter ki, Türkiye’de sosyalistler, gereken iradi çabayı gösterebilsin. Günümüz örgütlerini yetersiz, stratejik hedefe dair bulanık, sekter ve daha birçok noktada eksik bulup, eleştirebiliriz. Ancak bu durumlarıyla dahi bu sürece katkıları olabilir ve olacaktır. Bu sürecin birlikte örülebileceğini, önderliğin mücadele içinde ortaya çıkacağı bilinciyle hareket etmek gerekiyor. Topluma demokrasi önerirken, kendi içinde diyalogdan yoksun bir örgüt ve örgütler ilişkisi ile bu mümkün olabilir mi? Türkiye solu reel sosyalizmin olumsuzluklarını ve geçmişten taşıdığı bu çok parçalı yapısını da böylesi bir mücadele içinde aşabilir. Bu aşamada öncelikli olan solun birliği değil, halkın birliğini sağlayabilmektir. 7 Haziran seçimlerinde halk, birleşik bir mücadelenin önemini kavramış ve bunun gereğini yerinde getirmişti. Her zaman CHP’ye oy veren önemli sayıda seçmen, HDP’ye oy vererek, Erdoğan’ın başkanlık hevesine önemli bir darbe vurmuş oldu. Türkiye solu, tıpkı Gezi’de olduğu gibi, 7 Haziran’dan da birleşik mücadele zeminini ileriye taşıyabilecek bir örgütlenme düşüncesi yaratamadı. Bu ihtiyacı göremeyen ve bunun gereklerini yerine getiremeyenlerin önümüzdeki dönemde politikada etkili olmaları mümkün değildir. Ancak sorunumuz, böylesi örgütlerin değil, halklarımızın ve ülkemizin geleceğidir.
(*) http://www.politez.com/detail/mehmet-ozgen/6662/diktatorluge-karsi-halk-devrimi)
Yazarın Dİğer Yazıları
Kim Bu ADAM'lar ?
8 Eylül 2020Saray Rejimi, Salgın Felaketini Büyütüyor
4 Nisan 2020Kaz Dağları’nda Ve Diğer Yerlerdeki Tüm Arama İzinleri İptal Edilsin
18 Ağustos 2019AKP Yönetiminde; Sosyal Devletten, Köleci Devlete
23 Eylül 2018Rejim son eşiği de döndü, diktaya Karşı yeni bir mücadele programı kaçınılmaz
4 Temmuz 2018Şimdi, yeniden 'Bu Daha Başlangıç..' demenin zamanıdır.
23 Haziran 2018Umut içimizde saklı
2 Ocak 2018Hayır'ı Örgütlemek
3 Şubat 2017Şimdi Karar Verme Zamanı!
15 Aralık 2016Gülay'ın ardından..
27 Kasım 2015Silahların susması yetmez, Türkiye ve Ortadoğu’nun başına bela bu iktidardan da kurtulmalıyız…
11 Ağustos 2015Ağrı Provokasyonu ve HDP’nin Kurşunlanmasının Ardından…
21 Nisan 2015Haziran Seçimleri; Türkiye Solu'nun imtihanı
2 Mart 2015Bu Feryadı Duydunuz mu: 'Babamı Öldürdüler!'
15 Ocak 2015Türkiye Bölünür mü?
13 Aralık 2014Soner Yalçın neye hizmet ettiğinin farkında mı?
21 Ekim 2014